Abesle İştigal Hoşnutluk
- Cemre Delier
- 15 Kas 2023
- 4 dakikada okunur
İnsanın anlam arayışı üzerine düşünüyorum uzun zamandır, yol alsam da, nihai bir sonuca varamadım. Yol'un kendisine aşina, yürümekten hoşnutum artık. Hayat görmeyi seçtiğimiz kıyılardan mı ibaret, yoksa bize tanınan köşelereden görebildiğimiz kadarını mı anlamlandırıyoruz ? temel sorum bu. Anlamlandırmak bir seçenek mi, istersek anlamlandırmamayı seçebilir miyiz, bütünün ardını görmekten geri durabilir miyiz? Yoksa bu yükümlülük yumuşak kalpler, içli ruhlar'a ait de, bu yüzden mi onlar bu külfeti yakalarına telaşla ilikliyor? Abes! Deno'm olsa böyle söylerdi, ben de o abesle iştigaldeyim bir müddettir. Haftanın ilk gününde, saat sabahın 7'sindeki özel egzersiz dersimde, sevgili antrenörüm, dört yerinden kırılıp kendini iyileştirmiş kemiklerimin üzerine, taşımaya alışık olduğumdan daha ağır bir yük yükledi, çabaladım ama tam olarak kaldıramadım. Kaldıramadığım için çok üzüldüm ve dedim ki: 'Bir hafifini verseydin kaldırabilirdim, bak bunu kaldıramıyorum, gücüm yetmiyor!' Uykudan gözlerini yeni yeni açmaya başlayan antrenörüm, anlamlı olma gayesini hiç gütmeden, bütün gün üzerine düşüneceğim cümleyi sarf etti: 'Kaldırabildiğin ağırlık seni güçlendirmez, seni asıl geliştiren kaldıramadığın, ama kaldırmak için çaba gösterme zorunluluğu duyduğun ağırlıktır!' Tamamen o an üzerine çalıştığımız eğitime yönelik verdiği bu cevabı, yumuşak kalbim ve içli ruhum, kılıktan kılığa soktu, süsledi, soydu, renge buladı, kararttı... 'Kaldırabildiğin acı seni güçlendirmez' Bu günlerde hayatımın birbiri ardına gelen huzursuz dalgalarının altında soluksuz kaldığımı hissederken, bu cümle, bana nefes almak için gösterdiğim okkalı çabanın, kendinden emin iddialarımın aksine, hayata sıkı sıkı tutunmaya can attığımın emaresi olarak göründü. Yaşamayı hür irademle seçtiğim gam yüklü duyguların ve mecburiyetlerimin esaretinde kaldığım buhranlı bir dönemin, aslında kaldırabildiğim değil, kaldırmak için gösterdiğim çabayla güçlendiğim çetrefilli bir süreç olduğuna karar kıldım. Yani kaldıramayabilirim, sorun değil, kaldırmak zorunda değilim, deniyor olmam, çabalıyor olmam yeterli, verebildiğim kadarıyla emekle büyütüyorum içimdeki gücü, ne şahane! Sevgili okur, sanırım belirtmeliyim ki, hayatın beni altında bıraktığı süslü bir ağırlık. Dünyadaki yaşamın insanlara sunduğu konsantre ve katıksız acılarla yan yana dahi oturtamam, fakat ben acıların rekabetine karşıyım. Mesela kağıt kesiği, bıçak kesiğinden çok daha sızılıdır, fakat bıçakla açılan yara derindir, zaman alır iyileşmesi, kağıt kesiği kanırta kanırta fakat hızlı toparlar. Acıların boyutları, kişinin kaldırma gücüne, altından kalkma azmine, içinde bulunduğu zaman dilimine, ait olduğu yere, belki de en çok üstesinden gelme arzusuna yönelik değişir ve dönüşür. Acının rengi, her bedenden farklı tona bürünür. Ben kendi dünyama dair acıları, somut duyulara soyut anlamlar yükleyerek dindiriyorum. Anlam arayışı, aslında bi dinme, sinme aracı mı yoksa? Belki de bu arayışı sona erdirmek ve var olan gerçekliğin üzerine basmanın iyileştirici olacağına dair bir ipucu daha yakaladım, onu da anlamlandırdım yakın zamanda. Elimin üzerinde küçük bir yara vardı, yüzeysel bir kesik. Ona öyle iyi baktım ki, pansumanını aksatmadım, kremini eksik etmedim, bandajını her gün tazeledim ve o yara, hala elimin üzerinde bana kıs kıs gülümsüyor. O nafile çabamın başarısız ürünü bana gülümserken, bir an için aklıma geldi, geçen günlerde kardeşimin tuzaklı odasından balkona çıkarken, yalın ayak bastığım paslı çivinin ayak tabanımda açtığı derin ve durmaksızın kanayan yara. Ona baktım, vücudumun çok da göz önünde olmayan bu yara, ilgi göstermediğim, iyileştirme çabasına girmeyi akıl dahi edemediğim bu, elimin üzerindeki yüzeysel yaradan çok daha derin yara, görünmeyen bir yerde, ben vurdumduymaz üzerine bastıkça, biçare kendi kendini iyileştirmiş. Elimin üzerindeki bandajı söküp attım. Yaralarımızı irdelemek, incelemek yerine unutmalı ve üzerine basıp geçmeliyiz belki... Belki yaranın üzerine düşerek, yalnızca onu iyileştirecek güneşle arasına gölge oluyoruz... Sevgili okur, bu konunun vücudumdaki görünür yaralarla bir ilgisi yok. Tek başıma altından kalkmak zorunda olduğum bir duyguyu sindirebilmek adına, böyle anlamlar doğuruyorum kendime. Yegane kaçışım, saklanışım bu anlam arayışına tabii. Bu yüzden hiçbir zaman bilemeyeceğim, hayatı anlamlandırmadan, olduğu, göründüğü haliyle tanımak, yaşamak nasıl bir duygu. Güneş'e sadece güneş olarak bakmak, yarayı fiziksel bir hasar olarak tanımak, bir kokuyu sadece aktif görev yapan duyumun sergisi olarak kabul etmek, bir el'e yuva pahası biçmeden, yalnız beş parmak görmek nasıldır, suyun üzerinde yaşam nasıldır hiç bilemeyeceğim. Ben bir sanatçıyım, elimde sanatıma dair bir ürün tutuyor değilim fakat bu sanata dair acıyı arzulayan ruhu, 25 yıldır varlığımda sancıyla taşıyorum. Son yıllarda hayatımı belki de bu merakım yüzünden, su üzerinde yaşayan derinliksiz insanların kalabalığıyla doldurdum. Benliğimi hissizleştirip, olduğu kadarını sevgi adlettim. Sonra biri geldi, -sevgili okur, o biri daima gelir-, benimle kalmak için gelmedi, fakat geçip giderken dahi benden, beni ruhumun derinliklerinde indirdi. Elimden tutmadı, kalbimde usul ve uslu adımlarla ilerledi, ben onun ayak izlerini takip ettim. Onunla, 'aşk' duygusunun ham halini, hiçbir sebep öne süremeden, hiçbir tutunacak dal'a sarılamadan sadelikle büyülenişi, kuşkusuz hayranlığı ve bununla beraber sakin duruşumu korumayı, kuş gibi titrerken yanında, gözlerine dik ve cesur bakma cüretimi, hata cürretimi... İçimin derinlerinde kalan tutkuyu hatırladım. Bunun için onunla uzun vakitler geçirmeme, dokunaklı paylaşımlar yapmama gerek olmadı. Belki de bu yüzden bu duygunun derinliği kalbimi yakından tanıyan kimse tarafından sahiden anlaşılmadı. Mühim değil. Anlam arıyordum, sözlerinde buldum, bir ışık umuyordum, gözlerinde rastladım, sesindeki tokluk, duruşundaki irade, gönlündeki bolluk... Onu gördüm ve anladım, beni benim olmayan bu avare yoldan döndürecekti bu duygu, o yoluma eşlik etmeyecek olsa bile. Bu, anlam arayışımın en zarafet yüklü somut karşılığıydı. Sabahattin Ali'nin, nihayetine erdirmeye kıyamadığım baş ucu kitabım Kürk Mantolu Madonna'da ki satırları geliyor aklıma, ve yerinde buluyorum bu alıntıyı: “Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen bana, dünyada başka türlü bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin. Bunu sonuna kadar götüremediysen, kabahat senin değil... Bana hakikaten yaşamak imkânını verdiğin birkaç ay için sana teşekkür ederim. Böyle birkaç ay, birkaç ömür kıymetinde değil midir?..” Sevgili okur, metanetle ve içindeki hayrı arama niyetine tutunarak ardımda birini bırakıyorum, fakat duygularımı onunla beraber uğurlamıyorum. Son zamanlarımın yaren'i olan, sevgili dostum yaren -ondan ismiyle bahsedeceğim, çünkü adının anlamı, hayatımdaki bizzat yerini simgeliyor- Kalbimdeki bu duygunun bana ait olduğunu, nüfuz ettiği kişiyle beraber beni bırakıp gitmeyeceğini hatırlattı. Ben bu noktada, sadece benliğime ait bu duyguya tekrar kavuşmuş olmanın sevincini yaşamaya odaklanıyorum. Aradığım anlam, 'o olmak' istediğim insana karşı duyduğum aşkın, beni olmam gereken insan haline getirmesi, bu mümküniyeti bana, anlayacağım dilde anlatmasında gizliymiş. 25. Yaş günüme günler kala, hayattan yaş günü hediyesi olarak, tahmin edemeyeceğim bir mucizeyle karşılaşmayı diledim, belki de mucizem, aradığım anlama kavuşmaktı ve belki de asıl mucize henüz gelmedi bile. Sadece şaşırmak istiyorum, talihimden yana bir istisna bekliyorum. Deli kızım, aksinin mümkün olması için kerelerce hiç olan hevesine karşı diri tutabildiğin, mucizelere olan inancını 25 yıldır sürdürebildiğin için seninle gurur duyuyorum. Yaş günü yazımda görüşmek üzere!
Yorumlar